Geldim
GİRİŞ :
Yaratılmış ve yaratılacak olana karşı saygımız, sevgimiz, sevdamız Yaradan’dan dolayıdır. Bu sebeple: O yaratılmış olanı, bir kötülüğe veya bir günaha müstahak göremeyiz. Ona karşı bir kötülük yapılsın veya bir günah işlensin istemeyiz. Gülün dalında, vazodan çok daha iyi durduğuna inanırız. Yaradan’ın yarattıklarını her daim iyiliklere muhatap etmesini dileriz. Ve bu iyiliklere her fırsatta vasıta olmak dahî isteriz. Bundan gayrı bizim hiç bir niyetimiz olmaz.. Olamaz.. Biz kimiz ki? Biz yaratılmış ve O’nun kulu olmaktan gayrı ne olabiliriz ki?
Esas
“GERÇEK”
çağrılıyor olduğunu bilmek
ve Çağıran'a doğru gitmekten ibarettir
Aslında gittiğin ya da geldiğin
Senden gayrı bir başkası da değildir
ÖNSÖZ
Ben aslında ön sözlere değil de, son sözlere kıymet veren bir insanımdır. Bu eser için Otuz sene zarfında çok söz söylendi. Ancak son söylenen sözleri duyabileceğimi hiç sanmıyorum. Bu konuşmaların, epey uzun süreceği, kanaatindeyim. Zira, eserin muhtevası belli. Ve tabiî bu eser, benim değil; cümlemizin eseri.
Bu eserin meydana gelme sebeplerini anlatmakta yarar görüyorum. Ben çok çocukken, cahilin biri evdeki bir sikke-i şerifi alıp başıma geçirmiş, evde de kıyamet kopmuştu. Ben Kadirî tarikinin Piri, Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin torunu olmama rağmen, aslen Mevlevî tarikine mensuptum. Ancak herhangi bir dinî kisve, duruma ve bu durumun getirdiği mesuliyyetlere müdrik olmayan, bir sabie veya herhangi bir ferde giydirilemez. Zira, o andan bil-itibar, o kişi için, o kisvenin vecibelerini yerine getirmek zarureti hasıl olur. Yani Mevlevî akaidine göre, 1001 gün çile süresi başlar ki; bu durum, değil bir çocuğun, nice olgunun dahî altından kalkamayacağı ve her anının idrak edilmesi gereken bir süredir. Bu çile süresi, nadiren 1001 günde sona erebilir. Bazı zamanlar 9009 günde tamama ermesi veya hiç ermemesi de söz konusu olabilir.
Bu hadiseden kısa bir süre sonra, ördeği bile konuşan bir zattan, Rahmetli Ali Bey’den biraz Mesnevî dinlemiş, sonra da dut ağacının üzerinde, kendi başıma Mesnevî okumaya başlamıştım. Çok da sevmiştim bu işi. Yine çocukken Hz. Pir’in türbesine gitmiştik. Çok etkilenmiştim. Ne hazindir ki; aynı gün ihtilâl olmuş, Demokrat Parti mensupları tutuklanmaya başlamış, hattâ isim benzerliği yüzünden, Konya mebusu zannedilerek, babam dahî, iki saat kadar tutuklu kalmıştı. Sonraları her başım dara geldiğinde, kendimi Konya’da buldum.
Bütün bu süre zarfında da devamlı bir meseleyi düşünüyordum. Neden? Muazzam Divan edebiyatı veya diğer tasavvufî şairlerimiz, malum şiire, yani “GEL” çağrısına, gereği veçhile bir cevap vermemişlerdi. Bazı cevaplar vardı. Ben bile bir cevap yazmıştım ama, bu çağrıya mukabil, ihtiyaç gördüğüm cevap, bütün bu şiirlerin toplamından da çok ziyade, çok farklı, çok başka bir cevap olmalıydı. O şiir oraya gelişin ve orada kalışın özünü, sözünü, gözünü, gönlünü, bedenini, beynini, mantık ve felsefesini, dervişliği, aşkı, meşki, ezcümle hiçliği, hepliği herşeyi anlatmalıydı. Muhtemel OnBeş Yirmi sene kadar, ben bu fikre kitlenmiş olarak yaşadım, diyebilirim.
Hz. Pir’in Hakk’a intikalinin 700.Yılı kutlamaları yaklaşıyordu. Kalktım Konya’ya gittim. Gayem biraz fotograf çekmek, biraz kafamı dinlemek, bu fotograflardan da, müze müdüriyyeti tarafından beğenilenlerin, müze adına, kartpostal olarak kullanım haklarını, müzeye bilâbedel devir etmek ve geri dönmekti. Yeni tayin olduğu için henüz beni tanımayan, Müdür Vahit Mestçi Bey’e bu fikrimi tam açıklamaya çalışıyordum ki; adamcağız esmeye gürlemeye ve yağmaya başladı. Zira ve ne hazindir ki; benden önce karşısına çıkan bütün fotografçılardan, İllâllah demişti. Ve çekim yapmam için hiç bir ümit kalmıyor gibiydi ki; beklediğim yardım, yine Vahit Bey’in bir sözünden geldi. Vahit Bey’in, Vehbi Koç ile bir işi vardı. Müzeye ihtifâl öncesi halı kaplatacaktı. Vehbi Bey’in dergâha manevî yakınlığını da öğrenmişti. Ancak Vahit Bey bir türlü Vehbi Bey’e ulaşamıyordu. Ben de kendisine müzahir oldum. Ve Vahit Bey’in bu isteğine bir çözüm bulundu. Tabiî Vahit Bey tarafından anlaşıldı ki; biz halk ve Hakk a dın a oradayız. Terbiyesizlik adına değil. Sonra Vahit Bey fotograf çekimlerine izin vermekle de kalmayıp, kendisinden istemediğim ve beklemediğim kadar bana yardımcı da oldu.. Allah-u Azim-üş Şân ondan razı olsun. Makamını Cennet eylesin.
Hayatımda hiç yaşamadığım kadar, değişik hatıralarla, inanılmaz güzellikte bir çekim süreci geçti. Bu arada -2004 yılı itibariyle halâ çekilememiş- iki fotografı da o yıllarda çekme imkânını Hz. Pîr bana lûtfetti. İstanbul’a döndüm. Filmleri banyo ettik. Bu eserde yaklaşık YüzYirmi tanesini göreceğiniz bu fotograflar, günün şartlarına göre tatminkâr bir seviyede çıkmış olduğunu gördük. Vahit Bey’e telefon ettik. Kendisi hem fotografları görmek, hem de Vehbi Bey ile halı meselesini halletmek için İstanbul’a geldi. Biz stüdyoda fotografları Vahit Bey’e projekte etmeye başladık. Vahit Bey, fotograflar ardada geçtikçe, ciddi şekilde şaşırmaya heyecanlanmaya başladı. Zira, gördüğü fotograflardan Bir düzine kadarı, bu tarih itibariyle de görülmemiş olan fotograflar zümresindendi. Ancak, bu arada Vahit Bey, her gördüğü fotografa, iyi niyyet ile bir isim yakıştırmaya koyuldu. O an çok sıkıldım. Çünkü, o fotografları çekerken, sığındığım felsefe ile Vahit Beyin fotograflara bulduğu mecburi isi mle r, şeklen doğru olsa da; benim aklımla ruhumla hiç ama hiç öpüşmüyordu.
Kendisini de kırmak istemediğim için, hemen halı meselesine sığınarak “- Sevgili üstadım, Siz bugün Vehbi Bey ile halı meselesini halledin. Ben hemen size bir randevu temin edebilirsem; temin etmeye çalışayım. Biz bu işi bütün cepheleri ile yarına bırakalım. Bakarsınız, gün doğmadan neler doğar. Buraya kadar sunan arkasını da her halde esirgemez. Ve bize başka güzellikler de sunar. Erenlerin sağı solu belli olmaz.” dedim. Ve Vehbi Bey’i bulabilmek ve hemen randevu alabilmek duaları ile telefona sarıldım. Allah’tan “- Hemen beklediklerini “ söyleyip beni çok rahatlattılar. Ve Vahit Bey Kabataş’a, Koç Holdinge Vehbi Koç Bey’in yanına gitti...
Vahit Bey’in arkasından stüdyodan nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. O ruh hali ile Karaköy’den Kabataş’a kadar yürüdüm. Arabalı ile Üsküdar’a geçtim. Bu arada arabalının üst güvertesinde volta atarak yürümeye devam ettim.Sonra çocukluğumun bir kısmının geçtiği, Şemsipaşa’ya gittim... Çocukluğumda olduğu gibi, denizde biraz taş sektirdim. Sonradan yanmış olan ve ilk Sikke-i Şerifin başıma giydirildiği yalımızın bahçesinde dolaştım. Yürüyerek Harem’e geldim. Harem’de Konya otobüsüne binip binmemek için bir an tereddüt geçirdim. Sonra Haydarpaşa ve Kadıköy’e vardım. Oradan da yine yürüyerek Çiftehavızlar’a, eve geldim. İstanbul’u bilenler, iyi bilirler ki; yürüyerek kat etmiş olduğum bu yol, epeyi bir yoldur. Bu arada Dört tanıdıkla karşılaşıp, Onların otomobillerine davetini de kabul etmedim.
Evde her şey sakindi. Yemek yendi. Ben duş alıp çalışma odama geçtim. Sonra günün yorgunluğu, suyun şifası ile rehavet çöktüğünü fark edip, benim için çok fazla erken olan bir saatte: 23.30 gibi yattım. Eşimin yattığını duymayacak kadar, derin bir uykuya dalmışım. Kafamın içinde birçok mısra ile uyandığım zaman, aklımdan geçenlere elimin ulaşamayacağını fark ederek; her zaman başucumda hazır tuttuğum ses-kayıt-cihazının düğmesine bastım. Böylelikle bu eser bugün okunabileceği süreden, biraz daha uzunca bir sürede, o sabaha karşı banda alınmış oldu.
Sabah Vahit Bey’in önüne fotograflar ikinci kez, bu eserle birlikte kondu. Çok tuhaf bir tesadüf eseri: Fotografların sırası ile yazının satırları birbirleri ile uyumluydu. Ben o gün Vahit Beyin halinden çok korktum. Ağlamaktan nefes alamıyordu. Sakinleşince bir matbaaya telefon etti. Aynı gece Ankara’da matbaacı ile oturmuş kitabın baskısını konuşuyorduk. BeşBin adet Türkiye baskısı. Ve müstakbel Avrupa Amerika basım hakları konuşuluyordu. Kitabın içinde ayrıca benim sesimle okunmuş bir şiir plâğı da olacaktı. O yıl Cumhuriyyetin 50.Yılıydı. Matbaacının kardeşi mebustu. Bir Cumhuriyet ansiklopedisi hazırlatıyordu. Ve maalesef bizim bu eserimiz, o ansiklopedi yüzünden çok ciddi şekilde aksadı.. İhtifale yetişemeyeceği için baskısı akim kaldı. Ve Hz. Pir’in 700. Yılı her yıl olduğu gibi, aynı şekilde, bu esersiz kutlandı.
Ve fakat bu eser, önce yakın çevrelerden, sonra uzak çevrelerden, daha sonra da, Dünya çapında istekler almaya başladı.. O yıl yurt içinde ve dışında, birçok konferanslar vermek, bu eseri ve Mevlevîlik felsefesini, insanlara sunabilmek imkânı hasıl oldu. Hattâ yurt dışında kalmam için, muhtelif ülkelerden ısrarlı teklifler de geldi. Ancak o dönem, bir çok haklı mülâhaza ile yürümeye başladığım bu yolda, durmam gerektiğine inandım. Hiç kolay olmamakla birlikte, bu yolun gizli bir köşesinde, bunca yıl saklı durdum.
Bundan Otuz yıl önce çok gençtim. Çok toydum. Bu vadide biraz daha yol almam ve biraz daha “pişmemin ve hiçleşmemin” gereği olduğuna inanıyordum. Şimdi bile çok erken ama, insan ömrünün hudutları da belli. İnşâallah çağdaş imkânlardan da yararlanarak, artık insanlığa lâyık bir eser bırakabiliriz.”- Bu yazıda ve eserde adları geçen ve geçmeyen, Ahrete intikâl etmiş kullarına Rahmet eyle, bakî kalanlar ile bizleri de muvaffak ve hayırlarına muhatap eyle Allah’ım.”
Keza, o ilk günlere dair, çok tuhaf bir duygumu hatırlıyorum. Evet ben bu eserin bir kitap halinde çıkmasını istiyordum ama, bütün benliğimle asıl istediğim: Sözü ile sesi ile görüntüsü ile yorumu ile bu eserin bir bütün ve bir şaheser olarak, Sizlere ulaşmasını temin etmekti. O gün için böyle bir isteğe cevap verebilecek teknoloji hayâl dahî edilemezdi. Oysa, birkaç yıldır bu teknoloji - sanki sırf bu iş için - elimin altında ve emrime amade duruyordu. Ve izlediğiniz gibi, bu teknoloji gereği veçhile kullanıldı da.. Bunun için Allah’ıma Hamd-ü senalar olsun. Bu vesile ile tekrar hatırlamak gerekir ki; Kâinat üzerinde hiç bir hadise, tesadüf mahsulü değildir.
Ancak, bu yapıtın ön izlemeler esnasında özellikle teknoloji hayranı gençlerin, mevcut fotografların, Phototoshop sayesinde göründükleri hale geldiklerini zannetmeleri, hayret ve de dikkatimizi çekti. Oysa, bu görüntülerin bazıları için Photoshop gibi bir program, inanılmayacak kadar az kullanıldı. Kaldı ki; bu fotografların nerede ise hepsi Otuz sene önce çekilmiş orijinalleri ile arşivlerimizde mahfuz bulunmaktadır.
Şu an bu eser, elinizde gördüğünüz bir mini kitapçık ve Sizin talebinize bağlı olarak bir VCD/DVD’den oluşmaktadır. Bence bu eserin şiirsel değeri kadar, fikirsel ve manevî değeri olduğu, çok ciddi görsel/işitsel bir yoğunluğu bulunduğu, göz ardı edilmemelidir. Bu sebeple, ukalâlığımı bağışlarsanız; izleyeceklere acizane şunu tavsiye ederim. Elinizdeki VCD/DVD’yi kitap üzerinde işaretlenmiş olan bölümler halinde izlemeye çalışın. Eser çok yoğun olduğu için, çalışmalar esnasında, tümünü izlemek/dinlemek, bazen bizleri bile çok yormuştur. Ayrıca sözlerin ve teşbihlerin karşılığını, sözlükte bulmak ve bazı yaklaşımları kavramak açısından, önce kitapçıkla bir ön çalışma yapmak, keza bu çalışmayı, açıklama bölümündeki konuları da okuyarak güçlendirmek halinde, izleme/dinleme/kavramanın çok daha kolay olduğu da gözlenmiştir. Bu eserde Sizlerle yüzyüze, gözgöze, içiçe, gönülgönüle olmaktan bahtiyarım..
ÖNEMLİ BİR HATIRA
Bu şiirin yazılmasından takriben OnBeş yıl önceydi. Bir bankanın bir otobüs dolusu yaklaşık tüm personelini, mihmandar olarak Konya’ya götürmüştüm. OnBeş, Onaltı Yaşları civarındaydım. Bu gurupta her tipten insan vardı. Halk için Mevlâna müzesi, biz dervişler için Dergâh olan O Makama, Sabah erkenden bu grubu götürdüm. İki gayem vardı. Onların dergâh avlusunun erken saatlerini yaşamaları. Bu sürede de benim yalnız başıma ziyaretimi tamamlamam. Nitekim gurup avluda mutlu bir şekilde sabahın ve iç mekânın huzur dolu havasını yaşarken, ben de içeriye girip Hz.Pir’i ziyaret ettim. Dışarıya çıktığımda bu gurup içinden beni bir hanım efendi görüp, tahkir edici bir eda ile bana “- Bu ne hâl?. Sen Atatürk gencisin.. Böyle yerlerde kendinden geçmek sana yaraşır mı?.. “ dedi.
OnBeş yaşında, bir otobüs dolusu ahaliye, özel seçimle mihmandarlık yapan biri olarak, ciddi şekilde hayrete ve ye’se düştüm. Elli yaşında bir kadın, öncelikle benim neden özel seçimle kendilerine mihmandar olduğumu düşünememişti?! Hz.Mevlâna ile Atatürk fikrini ve ruhunu, her ikisini de ayrı ayrı içine sindirememişti. Tabiatı ile her ikisinin de nitelik ve nicelikleri hakkında herhalde hiç bir bilgisi de yoktu. Ayrıca hiç bir kimseyi inançları dolayısı ile bu şekilde hakir görmeye veya durumunu ona ihtara hakkı da yoktu. Buna rağmen bu guruptaki kişiler, kendilerini bana emanet etmiş olmalarından dolayı, bu hanımefendiye benim vereceğim bir cevap da yoktu. Ancak belki de çok genç olduğumdan, ciddi şekilde kalbimin “cız” ettiğini hissettim. Ve bir Türk genci, bir Türk ve Müsliman kadınının bu kültüründen kopukluğuna, sapla samanı birbirine karıştırmasına, bu tür annelerin doğuracağı cemiyetin istikbâline, o gün orada çok üzüldüm.
Dergâh ziyarete açıldı. Ve mihmandarlığını yaptığım grup içeriye alınmaya başlandı. Bu hanımefendi de girecek, ama giremiyor. Konya’da Beş gün kalındı. Bu Beş gün zarfında bu hanımefendi OnBeş Yirmi kere ziyaret teşebbüsünde bulundu. Ancak, dergâh kapısından içeriye her ayağını atışta, diğer ayağını atamadan kasıklarına giren büyük bir sancı ile dışarıya çıkmak zorunda kaldı. Durumu grup içinden fark edenler, benden özür dilemesi için kendisini ikaz etmiş olacaklar ki; bu hanımefendi bunu da yaptığı halde, içeriye alınmadı. Alınmadı diyorum. Aslında girememek durumu izaha çok hafif kalıyor.
Bu mesele o hanımefendiye ne kadar ve ne denli bir ders oldu? Veya ders oldu mu? Bütün bunları bilemeyiz. Ancak Rabb’ime hamd-ü senalar olsun ki; bana büyük bir ders oldu. Bu küçük hadise, bu kitabın yazılmasına mesnet teşkil eden diğer hadiseler zinciri içinde ciddi bir yer tuttu. Kitabın ana fikri gibi çok mühim bir temel taşı oldu. Belki bana verilen bu ders olmamış olsa, bu şiir bu şekilde gelişmeyebilirdi. Tabii Taktir-i İlâhî üzerinde bir söz edemeyiz. Haddimiz değil. Ve fakat bu hadisenin zuhuru, bende o gün şu fikrin doğmasına sebep teşkil etti.. Bu çağrıya gel de.. Nasıl gel?.. Veya hangi şartları temin ederek ya da hangi şartları temin etmek için gel?. Rabb’im bu şiirin yazılmasına bir sebep teşkil etmesi ve dolaylı olarak insanlığa dokunduğu yararı vesilesi ile bu kulundan razı olsun.
A.Haydar Volkan
Hiçliğime emeği geçen
Din Alimi Ömer Fevzi Mardin Beyefendi
Şeyh Fazlı Beyefendi
Şeyh Aziz Beyefendi
Şeyh İzzi Beyefendi
Şeyh Turgut Çulpan Beyefendi
Şeyh Raşit Er Beyefendi
Şeyh Tuğrul İnançer Kardeşim
Paşa Hüseyin Dostum
Yapıta emeği geçenler
Konya Mevlâna Müzesi Müdürü
Sayın Vahit Mesçi
Süleyman Hayati Dede
Bütün Müze Personeli
Şiir & Türkçe yorum ve fotograflar
Ali Haydar Volkan
Asistan & Yorumlayan
Bilinsin istemedi
Sekreterler
Meral & Zuhal Ozan
Redaktör
Özlem Serpil Yener
Son Kontrol
Oya Adalı
Grafik Sorumlu
Müge Oskay
Grafik sorumlu
Fügen Arık
Kameramanlar
Ünal Asan – Levent Aydıngöz
Arşiv görüntüleri
TRT
Müzik danışmanı
Rebabî Bestekâr Sabahaddin Volkan
Sanat direktörü & Montaj Yönetmeni
Ali Haydar Volkan
Bölümler
halinde okumak için
Ön Sayfa Giriş. 01. >>>
01.02.03.04.05.06.07.08.09.10.
Açıklama.